TEKOŞİN
-VATANIN BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNE AYKIRI BİR İSİM-

DOĞUMUM
27 KASIM 1978 yılıında Mardin´in Ömerli ( Mahserte ) ilçesinin, Güzelağaç (Merzika ) köyünde dünyaya geldim. Doğduğum bu köyde babam ögretmenlik yapıyordu. Doğduğuma en çok sevinen babam olmuş, hangi baba oğlu olduğuna sevinmez ki?
Benden önce doğan ablamın ikizi erkekti, yanlız doğum esnasında ölü doğmuş. Bu duruma en çok üzülen baba annem, ölen çocuğun erkek olduğunu duyanca hemen çocuğun yanına koşmuş ve kucağına almış. Diğer çocuğun yaşadığına sevinmemiş bile. Ölen erkek olunca kızın yaşaması onun için o kadar önemli degilmiş. Hatta keşke ölen kız olsaydı, diye söylendigi olmuş. Köylülerin, ‘başın sağolsun Fatma teyze; ölen çocuğun erkek olduğunu duyduk’ demeleri üzerine, baba annem sinirli bir şekilde onlara, ‘evet ölen çocuk bal gibi erkekti hemde bıyıkları bile vardı’. Baba annemin böyle söylemesi bütün köylüleri güldürmüş. Daha sonra köylüler; ‘hiç yeni doğan çocuğun bıyıkları olur mu? ‘diye sormuşlar. Baba annemde ‘siz inanmazsanız inanmayın ben gözlerimle gördüm’, demiş.
Baba annemin bu tavrından anlaşılacağı gibi biz Kürd´lerin erkek çocuklara verdiğimiz önemi ortaya koymaktadır. Herkesin bildiği gibi Kürdistan´da erkek çocukları olmayan aileler, erkek çocuk doğana kadar çocuk yaparlar. Bu sayı bazen onu, onbeşi bulsada devam eder. Hatta erkek çocuk doğuramıyorsun, diye eşini babasının evine gönderenler, üzerine kuma getirenler bile olmaktadır. Bu durum aslında bizim baba erkil aile olduğumuzdan kaynaklanmaktadır. Yani babasının soyunu ancak erkek evlat devam ettirebilir. Kız çocukların böyle bir hakları yoktur. Buda kızları ikinci plana itmektedir.
İSMİM
Benim doğduğuma bütün akrabalarımız sevinmişler. Küçüklüğümü görenler çok tatlı ve mahsum olduğumu söylerler. Sıra ismimi koymaya geldiğindeyse babam tereddütsüz olarak adımı TEKOŞİN olarak koyar. Babamın bana bu ismi takmasının kendince bir çok nedeni varmış. Daha sonraları bunun nedenlerini sorduğumda bana geniş bir açıklamasını şöyle yapacaktı.
Babama göre bir insana takılan isim çok önemliydi. Çocuk büyüdükce isminin ne olduğunu anlıyor ve bundan dolaylı da etkilenebiliyor. Mesela, ismi Mülayim olan bir insan, zamanla isminin manasini anladığında ismine göre hareket edip, olaylara karşı pasif davranabilir. Yada ismi Savaş olan bir çocuk büyüdüğünde ismine göre kavgacı ve tuttuğunu koparan biri olabilirdi. Babamda buna dayanarak oğlunun ismine göre MÜCADELE etmesini istiyordu. Diğer bir nedeniyse güneyde Barzani´nin senelerce devam ettirdiği mücadeleden etkilenen insanların 1976´li yıllardan itibaren yeni bir arayış içerisine girmeleri, artık bombanın patlamasını bekleyen insanların daha fazla beklemeye tahammülleri olmadığı bir dönemde. Halkın, ´´Biji Tekoşina Gellê Bindest´´ sloganının attıldığı bir zamanda yeni bir Kürd Hareketini bekleyen insanlar artık bu hareketi hayatın tüm detaylarına taşımaya kararlıydılar. Kürd Hareketlerine eskiden beri sempatiyle bakan babam, oğlunun isminide TEKOŞİN koyarak bu MÜCADELE`de bende varım, diyordu.
Babam bu ismi nüfusa kaydetmek içinde zaman kaybetmemiş.Yanlız bir sorun varmış. Nüfus dairesi ismin ne konulacağını duyunca hayretler içinde kalıyor. Oradaki nüfus memuru benim açımdan sorun olmaz ama müdür bey bunu kesinlikle imzalamaz demiş. Babam müdürün yanına çıktığında müdür babamı tanımış. Ömerli küçük bir kasaba olduğu için hemen hemen herkes birbirini tanıyormuş. Kaldiki nüfus müdürü Gercüş´lü bir Kürd, babamın hemşerisi sayılırmış.
–Buyur hocam gel otur.
Babam evrakları uzatmış.Müdür bir yandan babamı soruyor, bir yandan da kağıtları imzalıyormuş ki, birde ne görsün. İsmin TEKOŞİN olduğunu görünce, aman hocam bu ne biçim isim TEKOŞITO. Japonca mı? Çince mi?
Babam,
–İkiside değil, Kürtçe bir isim. Hemde TEKOŞITO değil, TE-KO-ŞİN, demiş.
Müdür, anladıkda
–Ne manaya geliyor bu?
Babam,
-Türkçe MÜCADELE anlamına geliyor.
Müdür,
-Olmaz ben bu ismi imzalamam!…
Babamda,
–Siz ne yaparsanız yapın ben bu ismi yazdırmak için elimden gelen herşeyi yapacağım deyip odadan çıkmış.
Ertesi gün babam isim koyma maddesini okur. O madde de şöyle yazmaktadır; ´´Doğacak çocuğun adını vasisi, yani annesi veya babası koyar. Eğer konulan isim, Türk gelenek / görenek / örf ve adetlerine aykırı bir durum teşkil ediyorsa, vasi uyarılır. Eğer ısrar edilirse; işlem devam ettirilip Cumhuriyet Savcılığına dava açılır.´´
Bu durum üzerine babam hemen müdürün yanına çıkar.
-Bu işlemi yapmak zorundasınız. Kanuna aykırı bir durum varsa Cumhuriyet Savcılığı´na dava açılır, deniyor. Nüfus müdürü imzalar ve dava açılması için işleme girişirler.
MAHKEMELİK İSİM
Savılığa çağrı kağıdı babama gelir. Babam mahkemeye gittiğinde savcı davayı açar.
Savcının sorularına babam şöyle yanıtlar verir:,
–Bu ismi neden çocuğuna koymak istiyorsun?
–Bu çocuk isimsiz olmayacağına göre mutlaka bir ismi olacaktır, efendim.
–Bu isim hangi dildendir? Ne anlama gelir?
–Kürdce olup, mücadele anlamındadır.
–Peki neden mücadele değilde, tekoşin koymak istiyorsun?
–Bakın efendim izah edeyim. Ben Kürdüm ve doğal olarak çocuğumun isminin de Kürdçe olması bir o kadar doğal hakkımdır. Bunun yerine İngilizce veya başka bir dilde isim koyunca bir sorun olmuyorda, Kürdçe olunca mı bir sorun çıkıyor? Kaldıki Türkiye´deki isimlerin % 80 Arapça´dır. Kimse bunlara neden bu isimler Arapça´dır demiyor.
Savcı, düşünmüş, taşınmış bir mazeret bulamamış. ´´ Bilir kişi tayini için davanın bir başka güne ertelenmesine´´ deyip oturumu kapatmış.
İkinci Celse ve Bilirkişi Raporu
Mahkeme bilirkişiyi çağırır. Gelen adamı babam tanmış. Adam Mardin Araplarındanmış. Bozuk bir Türkçe´ye sahip ve birazda Kürdçe biliyormuş. Savcı ona sorar:
–Söyle bakalım bu isim ne anlama gelir?
– Vallahi hakim beg ben, hayatimda böyle bir isim duymuş degilim. Bilmemki, ne söylesem yalan olur.
Bunun üzerine babam söz isteyerek devreye girer.
–Bakin hakim bey. Ben bu adamı çok iyi tanırım. Kendisi Arap olduğunu iddia ediyor. Doğru dürüst Küdtçe konuşamaz ve Kürd dili hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Sonra kaldıki TEKOŞİN ismini her Kürd bile bilmeyebilir. Bu halk içerisinde o kadar yaygın bir kelime değildir. Bu konuda bilgilerim sağlam ve kanun bu ismin konulmasına kesin bir men getirmemiştir. TEKOŞİN=MÜCADELE demektir. Mücadelenin neresi ´´Türk gelenek / görenek / örf ve adetllerine ters düşmektedir?´´ deyince.
Savcı,
–Peki neye karşı mücadele Şükrü bey? diye sorar.
Babam,
–Dünyadaki her türden kötülüğe karşı mücadele… Peki siz kötülüklere karşı mücadeleden yana bir oğlunuzun olmasını istemez misiniz veya benim böyle bir şeyi istemeye hakkım olamaz mı?
Savcı, birşey diyemez. Daha sonra ‘isim kabul edildi’ der. Nüfus müdürlügüne işlemin devam edilmesi için karar verir.
Babam kararı elden alır. Doğru memleketi Batman´a gelir. Buradaki nüfus müdürü aile dostumuz çıkar. Babamı görünce hürmette bulur. Ama o da Tekoşin ismini görünce çok şaşırır. Aynı tavırları oda gösterir. Babam mahkeme kararını uzatır. İmzalamaya mecbur kalır. Yanlız şöyle demeden de duramaz; ´´Sen yanlız kendi hayatını değil, bu mahsum çocuğun da hayatını karartıyorsun.´´
***
RASLANTININ BÖYLESİ
Benim doğum tarihim 27 KASIM 1978!..
Bu yıl, bu ay ve bu tarih, bir şeyler çağrıştırır her Kürd insanına.
1978 yılına denk olarak, Diyarbakır´in Lice ilçesinin, Fis köyünde kurulan PKK (Partîya Karkerên Kurdistan) örgütü, daha sonra babamın bu örgütün ilk kadrolarından olması, mücadelenin benim hayatımın bir parçası olmasını sağlamıştır. Hayata gözlerimi açmamla beraber dışarıdaki karmaşadan habersiz, beni bekleyen talihsizliklerden habersiz, önceleri sessiz, daha sonra yükselen çığlıkların arasında büyümeye başladım. Çok değil daha yeni bir yaşımı doldurmuşken, babamın 08. ŞUBAT 1980 tarihinde Urfa´nın Suruç ilçesinin Büyükşevran köyünde yakalanması yaşamımı değiştiren en önemli faktörlerden biri olmuştu.
İŞTE BU BENİM BABAM!
Babamın yakalanmasıyla beraber annem, beni ve benden birbuçuk yaş büyük ablamı alarak Batman´a, baba evine geri döner. Ben henüz yeni yeni duvarlara tutunarak yürümeye çalışan küçük bir çocuk, ablam ise benden birbuçuk yaş büyük olmasına rağmen ikiz doğduğu için fazla gelişmemesi, ikimizi görenlerin ikiz olduğumuzu sanmalarına neden oluyormuş. Annem evliliğinin henüz dördüncü yılını doldurmadan, iki çocuğuyla beraber tekrar evin içine geri dönmesiyle, bizim için yeni bir hayatın ilk tohumlarını atıyordu. Evde üç dayım, bir teyzem ve büyükannemle beş kişi, birde bunun üzerine bizler eklenince sekiz nufüslu bir aile oluyorduk. Dedemden kalan arsaların pek fazla kiymetli olmaması… Evde olan dayılarımın işsiz olmaları yükü bir hayli ağırlaştırıyordu. Birde Tıpta okuyan dayım vardı. Bütün bunlara rağmen dayılarım bize kucak açarak bizim geçimimizi üstlendiler. Annem, bize rahat bir lokma ekmek yedirebilmek için senelerce bütün zorluklara göğüs germişdi. Babam içeride mücadele ederken, bizde hayatın acımasız şartlarında yaşamaya çalışıyorduk.
Babam, cezaevinde sekizinci yılını doldurmuştu. Babam içerde, biz dışarda yaşamın en zor anaforunda geçen seneler geçirdik. Sabahın henüz ilk saatleri, Batman´ın karanlık, sessiz ve çıplak caddelerinde yürümek, tıpkı bir atın nal sesinin yankılanmasını andırıyordu. Batman – Diyarbakır sabah ekspresi.. O kocaman demir yığınının nasıl raylar üzerinde yürüdügüne bir anlam veremiyordum. Bitmek bilmeyen bir tren yolculuğu sekiz sene sürmüştü bu gel-gitler. Diyarbakir E tipi cezaevi kapısının önündeki kalabalık, sanki bir panayir alanı gibiydi. Rastladığım en büyük insan topluluğuydu. Annem, hemen hemen bütün açık görüşlere bizi götürürdü. Sayısını hatırlamadığım bir çok ziyarete gitmiştik. Cezaevi kapıları önünde büyüyordum. Babamı cezaevinde tanımıştım. Babamin yüzü gözlerimin önünde yavaş yavaş netleşiyordu. Artık babamı tanıyordum.
İşte bu benim babam!
Yine bir açık görüştü. Beni, ablamı ve diğer tutukluların çocuklarını içeri almışlardı. Bizi uzun bir koridorda beklettiler. Saçları kısa ve hepsi tek renk giydikleri elbiselerle yanımıza geldiler. Herkes çocuklarına sarıldı. Hepsinin içinden babamı hemen tanımıştım. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Boynuna sarıldığımda bir sıcaklık hissettim.Yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Bana hiç yabancı gelmiyordu. Sanki onu hep tanıyordum. Sanki hiç ayrı kalmamıştık. Annem ve diğer tutukluların yakınları demir parmaklıkların ardındaydılar. Annemi görünce onunda bizim yanımızda olmasını istedim. Elimi parmaklıklara attığımda ablam, kardeşim parmaklıklara elleme yasaktır, dedi. Ben yasağın ne oldugunu bilmiyordum. Benimse umrumda değildi. Artık ayrılma saati gelmişti. Biz gitmek zorunda kaldık. Babam orda kalmıştı.
O hep oradaydı.
Seneler birbirini takip ediyordu. Artık yavaş yavaş olayların farkına varabiliyordum. Babamın cezaevinde olması benim için normaldi. Çünkü babamı orda tanımıştım. Hep benimle aynı kaderi paylaşanlarla beraber olduğum için herkesin babasının cezaevinde olduğunu sanıyordum. Daha sonraları mahalle arkadaşlarım bana, senin baban nerde? Onu hiç tanımıyoruz, dediklerinde: Benim babam cezaevinde. Ya sizinki nerde? derdim. Bizim babalarımız çalışır ve akşamlari eve gelirler. Oysa benim babamın ne iş yaptığını bilmiyordum. Hemde bir gün olsun eve geldiğini görmemiştim. Bu normal değildi. Arkadaşlarım bana senin baban bir suç işlemiş ve bu nedenle orda olduğunu söylediler. Kendilerince bir şeyler söyleselerde onları dinlemedim. Oradan ayrıldım ve düşünmeye başladım. Benim babam suçlu olamazdı. Çünkü o benim gözümde çok farklıydı. Hiç olmazsa kötü birşey yapmadığını biliyordum. Bana kalırsa onu orada tutmalarına da hakları yoktu. Bir dahaki ilk açık görüşte hemen babama sordum. ‘Baba, seni niçin burada tutuyorlar? Senin arkadaşlarımın söyledikleri gibi bir suçun var mı?’ Babam, ‘oğlum sana ancak şimdilik şunu söyleyebilirim. Ben siyasi nedenlerden dolayı burda bulunuyorum. Ama büyüdüğün zaman her şeyi anlarsın.’ Babam ‘siyasi’, demişti. Demek ki bu altı harften oluşan, tamamı üç hece olan Si-YA-Si kelimesi babamın burda olmasına yetiyordu. Belki de babamın dediği gibi bunu henüz anlayabilmek için daha çok küçüktüm.
TEKOŞİN TEKİN’DİR!..
12 EYLÜL 1980 askeri darbesiyle şiddetlenen olaylar… Halkın bu darbeyle korku ve panik içerisindeki bekleyişi… Sokağa çıkmama yasakları.. Askerlerin bütün cadde, sokak ve kavşaklarda kuş uçurtmadığı bir dönemde. Her yere korku ve karanlığın hakim olduğu bir sessizlikte, insanların yüksek sesle konuşmaktan çekindikleri bir zamanda,söyledikleri her şeyin aleyhlerine delil olabileceğini düşünerek, geçti bir ömür. Devletin savcısının bile kabulettiği ismimi büyük annem tek kalemde değiştirmişti. ‘Ev çi şinayi ye ? ( Bu ne yeşilliktir ?) Tekoşin isminin sonundaki ´şin´ i kastederek, bunun asıl adı Tekin´dir, demiş. Anlaşılacağı gibi bir isim bile çok tehlikeli olabilirdi. Onlarda kendilerince böyle bir tedbir almayı uygun bulmuşlardı. Daha sonra kendi aralarında beni bu isimle çağırmaya başlarlar. Soranlara da aynen böyle derler. Hatta bu isim ilerde tehlike oluşturabilir diye nüfusta bile değiştirmeyi düşünmüşler ama bunu değiştirmek için mahkeme kararı gerektiği için vazgeçmişler. Evde ailem, dışarda arkadaşlarım beni hep ‚Tekin’ diye çağırıyordu. Babamı ziyarete gittiğimizde sadece babam bana ‚Tekoşin, diyordu. Babam, ‚anneme neden çocukları kendi isimleriyle çağırmıyorsun’ diyordu. ‘Sakın çocukların isimlerini değiştirmeyi düşünmeyin, diyordu. Her zaman bana ‚şöyle bakalım isminin anlamını biliyor musun? ‚derdi. Bende’ bilmem ki, sen daha iyi bilirsin.’ Babam, ‚adının anlamı MÜCADELE bunu hiç unutma!.. Çünkü, her insan adının ne anlama geldiğini bilmek zorunda’ derdi.
TEKOŞİN İLKOKULDA!..
Beni ve ablamı aynı sene okula yazdırmak istediler. Beraber okula gidip gelirler, aynı kitapları beraber kullanırlar, hiç olmazsa iki masraf yapmamıza gerek kalmaz düşüncesiyle. Yanlız okul müdürü ‚bunun yaşı küçük ancak seneye kaydederiz’ dedi. Ablam o sene okula başladı. Bense okula gitmek için gelecek seneyi bekledim. Gerçi ilk planlarını uygulayamamışlardı ama yine de ellerinden kurtulamamıştım. Ablamın geçen seneden kalan ve konu olarak değişmeyen eski kitaplarını kullanmak zorunda kaldım. Gerçi her çocuk yeni şeyleri sever ve yeni kitaplarla okumak ister. İlk başlarda karşı çıkmak istediysemde daha sonraları bu duruma alıştım. İyi bir ögrenciydim, bu nedenle her sene sınıfı iyi ile geçerdim. Ögretmenim benim bu durumumu çok yaramaz olmama bağlıyordu. Daha iyi olabilirdim ama yaramazlıklardan kendimi derslere tam veremiyordum.Yaramaz olduğum kadar da çok sevilen bir öğrenciydim. Bütün arkadaşlarım beni severdi. Dersin en ciddi en bunaltıcı anında yaptıgım espirilerle herkesi güldürürdüm. Hatta ögretmeni bile güldürdügüm için bana kızmazdı. Adımın Tekoşin olması beni ilk okulda her hangi bir zorlukla karşılaştırmamıştı. Gerek Batman gibi bir yerde olmam, gerekse ögretmenlerin fazla üzerinde durmamaları nedeniyle zorlanmamıştım. Ögretmenlerin merak ettiği tek şey ne anlama geldiğiydi. Bende onlara hemen MÜCADELE diye cevap verirdim. Okuduğum okulda babamla aynı dönemde ögretmen okulunu okumuş bir arkadaşı vardı. Soyadımdan tanımış. Bir gün beni yanına cağırarak babanın adı ne? dedi. Bende ‘Şükrü GÜLMÜŞ, dedim. Babamı tanıyordu. Babamla Kırşehir´de aynı öğretmen okulunu okumuş ve aynı dönemde mezun olmuşlar. Babamın siyasal mücadelesinden haberi vardı. Bu nedenle cezaevinde olduğunu da biliyordu. Babama karşı büyük bir saygısıi vardı. Bizimde onun çocukları olduğumuz için benimle ve ablamla özel olarak ilgilenirdi. Hiç öğretmenliğimizi yapmadı ama okulda bize çok yardımları dokundu. Babamın bir öğretmen arkadaşını tanımak beni de sevindirmişti. Aslında babamla ilgili herşey beni mutlu ediyordu.
TEKOŞİN GURBETTE
Batman´da onuncu yılımızı doldurmuştuk. Hayat zorda olsa devam ediyordu. Annem, bunca sene bizi sahiplenen ve bize karşı yardımlarını esirgemeyen dayılarımın artık görevlerini yerine getirdiklerini düşünerek. Bu yaşımıza kadar bize hiçbir yardımı dokunmayan amcamında bize karşı sorumluluğunu yerine getirmesini ve geçimimizi üstlenmesini istiyordu. Aslında hak olarak evlenip gelin giden birinin yeri kayınbabasının eviydi. Bunun sorumluluğu onlara aitti. Ama gerek büyükbabamın maddi olanaklar bakımından durumlarının iyi olmaması, gerekse babaannemın ve büyükbabamın erken vefatları bu sorumluluğu dayılarımın üstlenmesini sağlamıştır. Büyük dayım Tıbbı bitirmiş ve memleketi Batman´da doktorluk yapmaya başlamıştı. Ailenin en büyügüydü, bütün sorumluluk onun omuzlarındaydı. Bizim geçimimizide o üstlenmişti. Bizden hiç bir şeyi eksik etmezdi. Bizi kendi çocukları gibi severdi. Babama ve yürütmüş olduğu davaya karşı büyük saygısı vardı. Bunun içinde bu sevgının onun yanında yeri bir başkaydı. Diğer dayılarımda çok iyiydiler. Bütün ısrarlara rağmen annem kararlıydı evimizi amcamın yanına Dörtyol´a taşıyacaktık. Hem zaten babam Urfa´ya sürgün olmuş bizden uzaklaşmıştı. Eskisi gibi sık sık ziyaretine gidemiyorduk. Artık Batman´da kalmak için bir nedenimiz kalmamıştı.
*
Hatay / Dörtyol´a taşındık. Dörtyol küçük bir kasaba görünümündeydi. Buradaki insanların çoğunluğu İskenderun Demir/Çelik fabrikasında çalışıyordu. Amcamda bu işçilerden biriydi. Büyük bahçeli ve geniş bir evleri vardı. Kendileride geniş bir aileydiler. Amcamın yedi kızı ve dört oğlu vardı. Yani bir takımı tamamlamıştı. Kendisi bu takımın teknik direktörü, yengemse yardımcısıydı. Anlaşılan bu kadroda yer bulmak oldukça zor olacaktı. Bizim yanlarına gelmemizden çok hoşnut olmadıkları her hallerinden belliydi. Sanki yabancı bir kabilenin arasına girmişiz gibi, hepsi gözünü bize dikmiş bakıyorlardı. Bense çok rahattım hemen ortama alışmıştım. Amcamın büyük oğluyla yaşıttım, diğerleriyse bizden küçüktü hemen hemen her boydan ve yaştan vardı. Arkadaşlarımın olması beni sevindirmişti. Gerçi amcamın çocukları biraz yabani olsalarda önemli değildi. Yanlızca biraz eğitilmeleri gerekirdi. Birde bizimle aynı kaderi paylaşan küçük amcam vardı. Oda büyük abisinin yanında kalıyordu. İşkencede öldürülen amcamın çırağı olsada kalemi güçlüydü. Tabelacılık yapıyordu. Küçük amcamın babama duyduğu büyük bir sevgisi vardı. Babamın yeri onun yanında apayrıydı. Anne ve babasını pek görmemiş ve bütün sevgisini babama vermişti. Bu nedenle bizleride çok severdi. Bir süre hep beraber içiçe yaşadık. Daha sonra aynı bahçe içinde büyük babamdan kalan bir oda, bir salonluk eve taşındık. Banyo ve tuvaleti dışarda bir kulübeydi. Bütün zorluklara rağmen ilk kez başımızı sokacak bir evimiz olmuştu. Halamın evide buradaydı. Onunda üzerine kuma gelmiş, sorunları bir hayli fazlaydı. Dört oğlu ve iki kızı vardı. Diğerininde bir o kadar çocukları vardı. Hepsi bir arada yaşıyor ve hergün anlaşmazlıklar çıkıyordu. Halamın çocuklarıyla çok iyi anlaşıyordum. Hepsi beni severdi. Hem amcamın çocukları gibi yabani değillerdi. Bu nedenle de mahalledeki arkadaşlarlada hemen uyum sağlamıştım. Okula kaydım yapıldı. İlkokul beşinci sınıfa gidiyordum. Amcamın ve halamın oğluyla aynı sınıftaydım. Beşinci sınıfıda iyi ile geçtim. Böylece Batman´daki geleneğimi bozmamiş oldum.
SÜRGÜNLE GELEN SEVİNÇ
O sene iyi bir haber aldık ve hepimiz çok sevindik. Babam, Urfa cezaevinden sürgün edilmiş ve Dörtyol´a bir saat uzaklıktaki Ceyhan cezaevine gelmişti. Talih ilk kez yüzümüze gülüyordu. Urfa cezavindeyken bir sene içinde sadece iki bayramda babamı ziyarete gidebilmiştik. Ceyhan cezaevi, hem bize yakın, hemde Diyarbakır ve Urfa´dan daha rahat bir cezaeviydi. Açık görüşlere bütün tanıdıklarımız gidebiliyordu. Koğuşlarda görüşme yapılıyor, kimi zaman yemekhanede beraber yemek yeniyor ve havalandırma bölümünde beraber volta atılabiliyordu. Hatta birgün açık görüşte ben, ablam ve diğer tutukluların çocukları içerde babalarımızın yanında bir gece kalmıştık. O günü hiç unutamam. Babamla aynı cezaevinde, aynı ranzada yatmıştım. Babama bu kadar yakın olmak beni havalara uçuruyordu. Dünyanın en mutlu insanı bendim. Ertesi gün görüşmeye gelen ailelerimizle geri dönmüştük.
Dörtyol güzel bir yerdi. Meyve ve sebzesi boldu. Sadece amcamgillerin bahçesinde iki mandalina, iki kaysı, bir portakal, bir incir ve birde dut ağacı vardı. Bahçede ayrıca domates, biber ve patlıcan da yetişirdi. Kökünü dama salmış ve damın üzerini boylu boyunca kapatan büyük bir üzüm bağı vardı. Arasıra bu üzümden yemek için dama çıktığımda, şöyle bir alarm çalardi; ‘Tekoşin dama çıktıı!…’ Hemen etrafımı dört tane muhafiz sarardı. Bunlar amcamın çocuklarıydı. Onlar,benim üzüm yememden memnun değillerdi. ‚Ne yapıyorsun burda?’ dedi bir tanesi. Bende ‘hiiiç’ dedim. ‘Sadece biraz üzüm yiyorum.’ ‘Üzümler daha olmamış’ dedi diğeri. Oysa salkımlar, çocuğuna süt vermek isteyen bir annenin memeleri gibiydi. Onlar yanıma gelene kadar ben en iyi salkımı koparmıştım bile. Onlarla konuşurken bir yandan da üzümümü yemeye devam ediyordum. ‘Bunlar hiçte söylediğiniz gibi değil hepside olmuş. Alın işte sizde yeyin’ dedim. Ama onların ne amaçla böyle dediklerini biliyordum. Bunu ilk defa yapmıyorlardı. Geçenlerde de kaysı ağacına çıktığımı görüncede hepsi yanıma koşmuşlardı. ‘Tekoşin, in ağaçtan ağacı kıracaksın’ demişlerdi. Bende, ‘ geçen gün amcam çıktığında kırılmadığına göre, benim çıkmamla kırılmaz’ demiştim. Amcamın çocukları zayıf ve çelimsizdiler. Ben onlara göre daha kiloluydum. Dördünü de tek başıma dövebilirdim. Ama gerek yoktu. Çünkü yemiyenin malını yediğim için benden kızıyorlardı.
BABAM GELİYOR
Ortaokula ben, amcamın ve halamın oğlu beraber kayıt olduk. Sınıflarımız belli oldu. Hepimiz ayrı sınıflara düştük. Ama okula beraber gidip geliyorduk. Birde bizden bir üst sınıfta ablam okuyordu. Okul bize bir hayli uzaktı. Genelde otobüs ile gidip gelirdik. Bazen de otobüs bulamadığımız zamanlarda yarım saat yürümek zorunda kalırdık. Yine bir okul çıkışıydı. Arkadaşlarla beraber Dörtyol´un iki yanı ağaçlık ve yeşilliklerle dolu yollarında eve doğru yürüyorduk. Yolun iki yanıda meyve bahçeleriyle doluydu. Turunçgiller ailesinin her ferdinden bulunurdu. Hepsi aynı boyda ve tek sıraya dizilmiş olan çam ağacları belkide yanındaki komando alayından eğitim görmüştü. Uzun mu uzun kavak ağaclarıyla kimse boy ölçüşemezdi. Yolu boydan boya ikiye ayıran çayın üzerine kurulan köprünün üzerinden defalarca geçmiştik. Çayın karşı tarafında kaldığımız için mahallemizin ismide Çay Mahallesiydi. Hatırlıyorumda bir kış çok şiddetli geçmiş, aşırı yağan yağmura dayanamamıştı emektar köprü. Bu nedenle okullar zorunlu olarak tatil olmuştu. Belediyenin kurduğu portatif köprüyü kullanmak zorunda kalmıştık. Kaynağını dağdan alan çay, kış aylarında çok şiddetli akıyor. Yaz aylarında ise o kızgın ve sert görünüşünden eser kalmıyordu. Mahalleye doğru yaklaştığımızda bizim komşunun oğlu bisikletiyle gelerek yanımda durdu. ’Tekoşin müjdemi isterim’ dedi. ‘Niyeki ne oldu?’ dedim. ‘Baban hapisten çıktı, atlada götüreyim’ dedi. Şaşırmıştım, inanmamıştım. ‘Hadiya yalan söylüyorsun!..’ dedim. ‘Vallahi, Billahi yalan söylemiyorum’ dedi. ‘Tamam’ dedim. ‘Sen git ben geliyorum.’ Halende inanmış değildim. Kafamı önüme eğdim ve düşünmeye başladım. Acaba doğru muydu? Babam gerçekten çıkmış mıydı? Senelerce hapis yatmıştı. Dile kolay tam onbir yıl. Ben bir yaşındayken cezaevine girmişti, oysa şimdi oniki yaşındaydım. Hiç bu anı düşünmemiştim. Adımlarımı hızlandırdım. Eve iyice yaklaşmıştım. Sabırsızlanıyordum. Eve vardım. Annemi gördüm, salonda seccadenin üzerinde namazını bitirmiş dua ediyordu. Hemen çantamı salona attım. Heyecanlı bir şekilde. ‘Anne, doğru mu? Babam cezaevinden çıktı mı? dedim. Annem, ellerini açmış, gözlerini yukarı dikmiş. Yarabbi bana bu günleride gösterdiğin için sana minnettarım dercesine duruyordu. Annemin gözleri gülüyordu. Duaları kabul olmuştu. Annem duasını bozmadan gözleriyle amcamın evini işaret etti. Babamın amcamgilde olduğunu anlamıştım. Daha fazla bekleyemedim. ‚Anne ben gidiyorum, hadi sende gel’ dedim.
Koştum. Bahçeye girdim, portakal ağaclarının yanına vardığımda durdum. Artık adım atamıyordum. Yaşadıklarım hızla gözümün önünden geçti. Babasız geçen oniki seneden sonra babam karşımda duruyordu. Bu görüşme daha önceki görüşmelerden çok farklııydı. Birbirimize sarılmamıza engel olan demir parmaklıklar yoktu. Başımızda bekleyen asker, her an ‚görüşme bitti’ diye bağırancak gardiyanda yoktu. Ben ve babam, yanlız ikimizdik. Daha önce bir çok haylazlıklarımın geçtiği, defalarca koşuşturduğum bahçede başbaşaydık bamla. Bu koşunun finis bölümü gibiydi. Son metrelerdi. Babam gür sesiyle ‚Tekooo! dedi. Bende yürekten ‚babaaa’ dedim. Birbirimize sarıldık, öpüştük. Sımsıkı babama sarıldım. Bu sefer ona kavuşmuştum ve bir daha da ayrılmaya niyetim yoktu. Bir süre öylece kaldık. Daha sonra beraber evimize gittik. Babamla odaya geçtik. Babam ‘gel bakayım oğlum şöyle yanıma otur’ dedi. Yere serilmiş olan minderlerin üzerine, derin bir soluk alarak oturduk. Babam ‚bak işte çıktım, artık beraberiz’ dedi. Bense daha heyecanımı üzerimden atamamıştım. Gözlerimi babama dikmiş birşey söylemeden bakıyordum. Annem içeri girdi ve ‚abin yemeye çağırıyor’ dedi. Babam, hadi oğlum daha fazla bekletmeden gidelim’ dedi. Beraber amcamlara gittik. Yengem bütün maharetini sergilemiş bildiği en güzel yemekleri yapmıştı. Yere iki ayrı sofra kurulmuştu. Bir sofra babam ve amcama ayrılmış, diger sofrada ise geriye kalanların tümü aturuyordu. Daha yemeğe başlamamıştık ki amcam, ‚Tekoşin sende gel bizimle ye ‚dedi. Babamın cezaevinden çıkmasıyla kıdem almıştım. Amcam, ‚Tekoşin bizim bir tanecik yeğenimizdir, onu sevmeyipte kimi seveceğiz’ dedi. Amcamın ilk kez de olsa bu ilgisi beni sevindirmişti.
Babam cezaevinden çıktıktan sonra durum bizim açımızdan değişmişti. Babam önce İstanbul´a gitmiş, daha sonra o sıralar askerde bulunan küçük amcamı ziyaret etmişti. Oradan da İzmir´e geçmişti. Tekrar yanımıza geldiğinde bize ben daha fazla buralarda duramam. Dörtyol bana göre bir yer değil. Ben buradaki insanlar gibi bunca seneden sonra böyle bir yerde kalamam. İzmir´deki bir arkadaşımla konuştum, bana bizim yanımıza gelebilirsiniz burada beraber bir iş kurabiliriz, dedi. Bunun üzerine bizim kararımızı sordu. Annem temkinliydi, gelişmeleri daha iyi kavrayabiliyordu. Annem önce kabul etmedi ama başka çareside yoktu. Bu işe en fazla ablam sevinmiş ve tereddütsüz kabul etmişti. Bizim de kabul etmemiz için baskı unsuru olmuştu. Bense daha çok annemin vereceği karara göre hareket ederken, bir yandan da İzmir gibi büyük bir şehirde yaşamanın nasıl birşey olduğunu düşünüyordum. Karar alındı; okulun ilk dönemi bittikten sonra İzmir´e taşınacaktık. O dönem okulu teşekkür alarak geçtim. Herşeye rağmen Dörtyol güzel bir yerdi, iyi bir ortam yakalamıştım. Ayrılmak zor olacaktı. Eşyalarımızı topladık trenle gidecektik. Herkesle vedalaştık, eşyaları trene yükledik ve bize ayrılan kompartmana geçtik. Yeni bir şehire, yeni umutlarla yola çıktık.
İZMİR’E GÖÇÜYORUZ
Ama henüz yolun başında işler ters gitmişti. Trenin bir istasyonda durmasıyla annem ve babam aşığı inmişlerdi. Yanımızda yemek için getirdiğimiz meyve ve sebzeleri istasyondaki çesmede yıkayacaklardı. Trenden inip, çeşmenin başına varmalarıyla beraber tren hareket etmiş ve treni kaçırmışlardı. O sırada ben ve ablam kompartmanın penceresinden onlara bakıyorduk. Trenin hareket etmesiyle beraber biz bağırmaya ve ağlamaya başladık. Ben hemen imdat koluna asıldım, var gücümle kolu indirmeye çalıştımsada bunu başaramadım. İmdat kolu pas tutmuş ve yerinden kımıldamıyordu. Yan taraftaki yolculardan yardım istedim. ‘Biz karışmayız’ dediler. Kolu indirdiklerinde kendilerine ceza uygulanacağını söylediler. Ne yapıp, ne edip treni durdurmalıydım. O sinirle yalın ayak trenin makinist bölümüne doğru koşmaya başladım. Bir vagondan diğer vagona doğru hızla koşuyordum. Kaç yolcu vagonundan geçtiğimi hatırlamıyorum. Vagonların bazı bölümleri boştu, bazı bölümlerinde ise adım atacak yer yoktu. Hele de bir yolcu vagonuna girdigimde iğne atsan yere düşmezdi. Ayakta duranlar birbirlerine yapışmış, kiminin elinde çuvalı, kiminin elinde tavuğu öylece duruyorlardı. İnsanlar hallerinden memnun görünüyorlardı. Bir ara acaba yanlış trende miyim, diye düşündüğümde oldu. Daha sonra kendi kendime hiç trenden inmedimki yanlış trende olayım, diye cevap verdim. Bu kalabalık ve bir o kadar da değişik insan topluluğunun arasından geçmek kolay görünmüyordu. Müsadenizle geçebilirmiyim? dedim. Birkac kişiyi atlattım. Sandığımdanda kolay oldu, derken; koca göbekli iri yarı bir adam duvar gibi önümde durmuş, aslan kükremesini andıran sesiyle; burda yer yok, geçemezsin, dedi. Ben ise hedefe kilitlenmiş mermi gibiydim. Önümde bulunan herşeyi geçmeye karalıydım. Biraz oyalansamda orayıda atlattım. Makinist bölümüne gelmiştim. Kapıyı çaldım. Kapı açıldığında makinistlere treni durdurmalısınız, annem ve babam bir önceki istasyonda kaldılar, dedim. Makinistlerden biri artık durmamız bir anlam ifade etmez çünkü; biz oradan bir hayli uzaklaştık, hem önümüzde yeni bir istasyon var zaten şimdi duracağız, dedi. Başımı öne eğdim ve geldiğim istikamette geri döndüm. Çıplak ayaklarım soğuktan donmuştu. Kafam karmakarışıktı, birşey düşünemiyordum. Sanki dünyanın sonuydu. Şimdi ne olacak? Bir daha nasıl görüşecegiz? İzmir´e ulaştığımızda bu eşyaları nasıl indireceğiz? Bir sürü soru imi kafama hücum ediyordu. Ablamın yanına geldiğimde, ablam halen ağlıyordu. Tren bir sonraki istasyonda durduğunda pencereden bakıyorduk. Belki bir mucize olurda annem ve babam bize yetişir, diye düşünürken sarı bir taksinin içinden, anneme ve babamın indiklerini gördük. Nasıl bir duyguydu, anlatamam. Sevinç ve hüznü bir arada yaşıyorduk. Ağlıyorduk ama bu sefer mutluluktan ağlıyorduk. Annem ve babam yanımıza geldiler. Birbirimize sarıldık, sanki hepsi kötü bir kabustu. Belkide İzmir´deki olayların bir habercisiydi bu kabus.
İzmir´e ulaştığımızda, babamın arkadaşı, eşi ve kayınbiraderi bizi karşılamaya gelmişlerdi. Biz beraber evlerine giderken kayınbiraderi de eşyalarla ilgilenmişti. Babam ve arkadaşının dostluğunun yirmi senelik bir geçmişi vardı. Beraber ögretmen okulunu okumuş ve birlikte mezun olmuşlardı. Babam bu arkadaşının köyü, -benim doğmuş olduğum yer- olan Merzika´ya tayini çıkmıştı. Babam gibi arkadaşıda aynı davadan cezaevinde yatmıştı. Dışarı çıktıktan sonra eşi ve çocuklarını alıp İzmir´e yerleşmişlerdi. Daha önce aynı köyde kaldıkları için annemde eşini çok iyi tanıyordu. Biri benden büyük, diğeri benimle yaşıt iki kızı ve benden küçük bir erkek çocukları vardı. Bir süreye kadar beraber kaldık. Beraber kaldığımiz yaklaşık üç aylık süre zarfında uyum sağlıyamamıştık. İki ayrı ailenin, ayrı şekilde yetiştirilmiş çocuklarının içiçe yaşaması, olaylara farklı bakış açıları nedeniyle istenilen sonucu vermemişti bu beraberlik. İki ayrı kültürden gelen ve farklı özellikler taşıyan insanların zıt kutuplarda birbirini itmesi gibi. Bu nedenle bizim istediğimiz gibi bir girişim gerçekleşmemişti. En kısa sürede ayrılarak, bir tanıdığın evini kiraladık. Yeni bir şehirde, bir dönem içerisinde ikinci bir okula geçiş yaptım. Tam yeni bir ortama alıştım derken, tekrar baştan başlamak zorunda kalıyordum. İzmir / Eşrefpaşa´ya taşınmıştık. Yeni okuluma ve yeni çevreme alışmaya çalışıyordum. Küçük amcam da bizimle kalıyordu. Bir tabelacının yanında çalışmaya başlamıştı. Babam Alsancak´ta ufak bir yere KİMLİK kırtasiye adı altında bir yer açmıştı. Çok hızlı ve kısa süren İzmir macerasıda babamın bizden habersiz ayrılışıyla son bulmuştu.
Babam bir gün Ankara´da işlerinin olduğunu söyleyerek evden ayrılmıştı. Babam gittikten sonra bir daha haber alamayışımız yeni bir ayrılığın, yeni bir göçün habercisi olmuştu.
BABAM KAYIPLARDA…
Babamın böyle habersiz ve ani ayrılışı çesitli soruları beraberinde getiriyordu. Babamın bu belirsiz durumundan en çok annem etkilenmiş, bunalıma girmişti. Bir yandan babamın hayati durumundan şüphe etmekte, bir yandan da içine düştüğümüz belirsizlikten dolayı bir hayli yıpranmıştı. Babamın böyle bizi terketmesi kafamda çözülmesi zor ve kocaman bir soru işareti bırakırken, annemin bu durumuda beni korkutuyordu. Herşeye rağmen annemi teselli etmeye ve kendini bırakmaması için destek olmaya çalışıyordum. Babamın bu belirsiz durumunun üstüne, annemi de kaybetmek istemiyorduk. Annemin bu halini hiç görmemiştim. Senelerce bütün zorluklara katlanmış, en zor dönemlerde bile babamın yokluğunu bize hissettirmemişti. Belki o sıralarda yaşımın küçük olması, olayları fazla kavrayamamam, annemin duygularını anlamama engeldi. Şimdi düşündüğümde, olayları daha iyi değerlendirebiliyorum.
Sonbahar mevsimi görevini yerine getirmiş, kış yavaş yavaş ağırlığını hissettiriyordu. Hava soğuk, ne odun, ne soba, ne elde, ne avuçta bir şey var. Çekilmez gayrı karanlık ve rüzgarın cama vuran ıslık sesi. Daldı düşünceye garip anam, elini yeleğine sarmış, gözlerini yere dikmiş, bir öne bir geriye sallanarak… Bir annenin çocuğunu uyutmak için ayağında salaması gibi. Düşünüyordu. Derinden, kimse ne düşündüğünü bilemezdi. Aslında herkesin kafası almazdı, her baba yiğidin harcı değildi. Bir Allah ve bir o bilirdi. Kader bizim için İzmir´deki görevini de yerine getirmişti. Daha fazla burada kalamazdık. Annem oniki sene önce yaptığı gibi bizleri alıp geri Batman´a dönmek istiyordu. Çünkü; gideceği ve sığınacağı başka bir yer yoktu. Amcam zorunlu olarak bize iki sene katlanmıştı. Babam, cezaevinden çıktıktan sonra bize karşı sorumluluğu kalmamıştı. Hem biz zaten tercihimizi yapmiş, Dörtyol´dan ayrılmıştık. Tekrar geri dönmemiz imkansızdı. Elimizde kalan tek koz Batman´dı.
BATMAN MERKEZ
Batman´a bu ikinci dönüşümüz çok farklıydı. Çünkü daha önce babam cezaevine düştügünden geri dönmüştük. Aradan oniki sene geçmiş, onca sene bize emek veren bizi besleyen insanlar babamın bir gün cezaevinden çıkıp çocuklarına kavuşacağı günü hayal ediyorlardı. Bu nedenle bize karşı sorumluluklarını bir görev biliyorlardı. Ama babamın cezaevinden çıktıktan bir sene sonra bizden ayrılıp gitmesi bu insanların tekrar bizim sorumluluğumuzu üstlenmeleri için bir neden değildi. Buna rağmen dayılarım bu olayı büyük bir olgunlukla karşıladılar. Batman otogarına geldiğimizde doktor dayım ve ondan ufak dayım bizi karşılamaya gelmişlerdi. Dayımın arabasına bindik eve doğru hareket ettik. Annem söyleyecek birşey bulamıyorum, ‘zaten durumumuzu biliyorsunuz, dedi. Dayım ‘sana birşey soran oldu mu?, hem çocukların yanında bunları konuşmana gerek yok, burası senin evin istediğin kadar kalabilirsin, dedi. Doktor dayım bizim yaşadığımız sürece böyle şeyleri kendine dert etme, dedi. Dayılarım çok iyiydiler. Bize hiçbir şeyi yansıtmak istemiyorlardı. Doktor dayım bizim bütün sorumluluğumuzu kabul etmiş, ayrıca dedemin mirasından pay almamızı sağlamıştı. Eski evin bahçesine yeni bina yapılınca her dayıma bir daire düşmüştü. Eski evinde üst katını bize, alt katını teyzeme vermişlerdi. Aslında bizim oralarda genelde kız çocuklara pay verilmezdi. Ama dayılarım bizim durumumuzu düşünerek bize bir daire vermişlerdi. Hem onca sene bizi beslediler, halende onlara yük olduğumuz halde bize bir evde vermişlerdi.. En zor günlerimizde bize kucak açan dayılarımın bu iyiligini hayatım boyunca unutmayacağım.
Eve vardığımızda anne annem, yengelerim hepsi toplanmışlardı. Ben hemen dışarı koştum. Çocukluğumun on senesi burada geçmişti. Çocukluk arkadaşlarım beni görünce şaşırdılar. ‘Ne arıyorsun burda? Siz İzmir´de değil miydiniz ? dediler.Bende onlara: ‘Hiç sormayın, artık buraya taşındık.’Arkadaşlarımdan biri, ‘Ne yani, artık burda mı kalacaksınız?’ Sürüp gidecek sorularına, ‘Evet, burada yeni evimizde kalacağız’ dedim. Çok sevinmişlerdi. Daha öncede çok iyi arkadaşlığımız vardı. Mahalledeki herkes beni severdi. Olaylardan habersiz çocuk kalbimin sesini dinliyordum. Herşeye rağmen sevinçliydim. Yeni evimize geçmek için eşyalarımızın İzmir´den gelmesini bekliyorduk. Bu süreye kadar kiracılar evi boşaltacaktı. Bizde dayılarımda kalıyorduk. Zor günlerdi, yeniden başladığımız yere dönmüştük. Dayılarım evlenmiş aileleriyle mutlu bir şekilde yaşıyorlardı. Onlarında huzurunu kaçırmıştık. O kış Batman´da çok sert geçiyordu. Kar şiddetini artırmıştı. Kışla beraber olaylarında en alevli dönemleriydi.
1991´in Kasım ayıydı. Batman´da geceleri farklı geçiyordu. Gökyüzünde dalgalanan Kalaşnikof sesleri, gecenin karanlığını yırtarak bir havayi fişek gösterisi gibi her tarafı aydınlatıyordu. Partinin kuruluş yıldönümü kutlanıyordu. Balkonda gökyüzüne sevinçle bakarken seneleri hesapladım. Onücünü bitirip ondördüne girmiştim. Seneler nede çabuk geçiyordu.
Babamdan bir haber alamıyorduk ama çeşitli söylentiler vardı. Bir arkadaşımın evine gitmiştim. Evde otururken arkadaşın annesi ve babaannesı kendi aralarında gizli gizli bizden konuşuyorlardı. Bende duymamazlıktan geliyordum. Babamın bizi bırakıp gitmesinden bahsediyorlardı. Bir ara demek ki anlaşmazlığa düştüler ki bana sorma ihtiyacı duydular. ‚Tekoşin, baban nerde?’ diye sordu arkadaşın annesi. Her işe burnunu sokan ve insanların özel hayatıyla yakından ilgilenen, bu kişilerden hoşlanmıyordum. ‚Babamın işleri var yakında o da buraya gelecek, dedim. Onlara yanlış bilgi vererek kafalarını iyice karıştırmıştım. İşi gücü olmayan bu insanlar sağda, solda duydukları olaylara kendileride bir şeyler ekleyerek tekrar piyasaya sürüyorlardı. Onlarında haber alma anlayışı buydu. Tandır başlarında size meraklı gözlerle bakan ve kendi aralarında dedikodu yapan insanlar çoktu. Keşke doğruyu bilselerde bize de söyleseler, diye düşündüğümde oluyordu.
Küçük amcam İzmir´deki eşyalarımızı bir kamyona yükleyip yollamıştı. Eşyaları evin içine taşıdık, bir yuvayı yeni baştan kuran kuşlar gibiydik. O sene okula kaydım yapılmadı. Gerek o dönem içerisinde arkadaşlarımdan geri kalmam, gerekse Batman okullarındaki siyasi kavga ve çekişmenin çok fazla oluşu bir seneme mal oldu. Batman´da olayların en yoğun olduğu, Hızbullah örgütünün yeni yeni sesinin duyulduğu bir dönemdi. Batman sonu gelmez bir karanlığın içine doğru sürükleniyordu. Kimin ne olduğu belli değildi. İnsanların gözünü kin ve nefret bürümüştü. Ama kime kime, kim neye karşı olduğu belli değildi. Bilinen tek şey hergün sağda, solda insanların öldürülüyordu. Biri birilerini öldürüyordu. Bu ucuz can pazarında yaşamak bile bir mucizeydi.
BABALI BABASIZ
Batman´da sorunlarımız kaldığı yerden devam ediyordu. Babam bizden ayrıldıktan yedi ay sonra evimize telefon ederek İstanbul´da olduğunu, yakında Batman´a geleceğini söylüyordu. Annem babamla konuştuktan sonrada öfkesi dinmemişti. Babam bir gün Batman´a geldiğinde ‚sizi almaya geldim. İzmir’deki ayrılığım zorunluydu. Size söyleyemezdim. Şimdi İstanbul´da haftalık bir gazetenin başındayım. Orda hazır bir ev var, eğer kabul ederseniz hemen gideriz. Buradaki eşyalarıda dağıtırız, diyordu. Annem çok öfkeliydi, öfkesi daha dinmemişti. ‚Bizi böyle yüzüstü bıraktıktan sonra sana bir daha nasıl güvenebilirim.’ Babam, haklısın ama bana da hak vermelisin. Sana bir daha böyle bir şey olmayacağına dair söz veriyorum.’ Annem, ‚böyle bir şeyi hemen kabul etmemi bekleme, beni biraz rahat bırak düşündükten sonra sana cevabımı vereceğim.’ Babam, ‚istersen önce Mizgin gelsin, duruma baksin, daha sonra gelip nasıl bir yerde kalacağımızı ve benim nerde çalıştığımı size söyler. Eğer kabul ederseniz hep birlikte İstanbul´a gideriz. Yine de kararı siz vereceksiniz, diyordu. Ablam babamla beraber İstanbul´a gitti. İstanbul´da iki haftaya yakın bir süre kaldıktan sonra ablam ve babam bir bayram günü çıkıp geldiler. Ablam İstanbul´u çok sevmişti, kesinlikle gitmemiz gerekir. Oranın imkanları buradan çok farklı, diyordu. Zaten İzmir´e gidecegimiz söylendiği zaman da hemen kabul etmişti. Bizi geçen seferki gibi ikna etmeye çalışıyordu. Annemde aslında düşünmüyor, değildi. Zaten bu insanlara yeterince yük olmuştuk, seneler sonra yine onlara yük olmayalım. Nede olsa çocuklarımın babasıdır. Bir lokma ekmek olsada babalarının yanında olsunlar, diye düşünüyordu. Hayatını bize feda eden, senelerce kendini bize siper ederek bizleri büyüten annem. Bu kararıda bizim için alıyordu. Ben her zaman annemin kararına bağlıydım. Çünkü bizleri en iyi şekilde düşünerek karar verdiğini biliyordum. Bu nedenle annemin verdiği kararların hepsini tereddütsüz kabul ediyordum.
İSTANBUL, ARADA BUL!..
Eşyalarımızı gereken ve ihtiyacı olan yerlere dağıttık. Herkesle vedalaştık ve yeni istikametimize doğru hareket ettik. Batman´dan, sevdiğim insanlardan ve arkadaşlarımdan bir kez daha ayrılıyordum. Yeni bir şehire, yeni bir hayata doğru başlayan bir yeni yolculuk…
İstanbul Türkiye´nin kalbinin attığı yer. Dünyada mevcut olan her ırktan, her dilden,dinden insanların bulunduğu büyük bir şehir. Güzel bir şehirdi. Güzelliği kadar da yaşamın en büyük mücadelesinin verildiği yerdi İstanbul. Bakalım zaman zaman acımasız olan bu şehir bize ne kadar ev sahipliği yapacak veya biz bu mücadeleye ne kadar dayanabileceğiz? İstanbul için ayrı bir önem taşıyan, üzerine türküler söylenmiş olan ve tarihi kız kulesinin bulundugu Üsküdar´a gelmiştik. Deniz ayaklarıınızın altında. Karşı tarafa yapılan vapur seferleri, Fatih Sultan Mehmet köprüsünün ihtişamlı duruşu, ablamın ne kadar haklı olduğunu kanıtlıyordu. Oysa Kürdistan´da yaşayanlar bilirler bizde deniz yoktur. Yaz ayları çok sıcak, kış aylarıda çok soğuk geçer. Varımız yoğumuz ilkbahardır. Ne güzel olur o zamanlar. Her tarafta açan güller, çiçekler, yemyeşil ağaclar, rüzgarın o serin eşisiyle ağır bir ritimde sallanmaları insanları dinlendirmeye ve bütün dertlerini unutturmaya yeter. Gökyüzü tüm açıklığıyla ve sadeliğiyle masmavi elbisesine bürünerek bütün Kürdistan´ı kucaklar. Kuşlar yuvalarından çıkarak gökyüzünün temiz ve su gibi berrak havasına kendilerini bırakırlar. Gökyüzünde bir balerin gibi dans ederken bir yandan da özgürlük türkülerini söylerler. Hemen anlarsınız Newroz´un geldiğini.
Newroze, Newroze, sibeye Newroze.
Macik bide min yar, ceşnate piroze.
Size verilen bir müjdedir bu. Kalplere doğan güneş. Asırlar boyu bütün kötülüklere, soykırıma, zulme ve esarete karşıı yakılan özgürlük ateşidir. Ülkemin yerini hiç bir yer tutamazdı. İstanbul çok güzel olabilirdi ama benim gönlümde her zaman Kürdistan vardı.
İstanbul´a da kısa sürede alıştım. Mecburi göçlerden, sürekli değisik ortamlara girdiğim için uyum sürecini çok çabuk atlattım. Yeni dönemin başlamasıyla ortaokul üçüncü sınıfa kaydım yapıldı. Kaldığımız ev Üsküdar´ın bir ara sokağında dik bir yokuşun üzerine kurulmuş bir apartman katındaydı. Gittiğimiz okulda Üsküdar´dan Ümraniye´ye giderken otobüsle bir kaç durak uzaklıktaydı. Fazla uzak olmamasına karşın yine de o yokuşu çıkmak bir hayli zor olduğundan otobüsle gitmeyi tercih ediyorduk. Yokuşu çıkmak zor, ama inişi çok rahattı. Genelde okul çıkışlarında yürüyerek gelirdik. Üsküdar Halide Edip Adıvar lisesinde ancak ortaokul üçüncü sınıfın ilk dönemini okuyabildim. Çünkü; evimizi Avrupa yakasına, Bahçelievlere taşımak zorunda kalmıştık. O dönemide Ümraniye´de kalan babamın bir arkadaşının evinde kalarak bitirebilmiştik. Annem ve babam Bahçelievlere taşınmış, ben ve ablam yine bir dönem içinde iki okul değiştirmemek için Ümraniye´de kalmıştık. Yeni bir şehir, yeni bir okul ve yeni bir ortama alışmaya çalışırken, tekrar okul değiştirmek çok zor oluyordu. Babam cezaevinden çıktıktan sonra düzenli bir okul hayatımız olmadı. Gerek zorunlu ayrılıklar, gerek zorunlu göçler ve bunun üzerine ev değişiklikleri birde buna bağlı olarak okul değişiklikleri hepsi üst üste gelince bir düzen kuramıyorduk. Her girdiğim ortamda yeni arkadaşlıklar kurmam gerekiyordu. Bunların arasında iyisi- kötüsü, zengini- fakiri, sağcısı- solcusu her kutuptan insanla karşılaşıyordum. Herkes kendi ailesinin verdiği eğitime göre yetiştirilir. Okul bunun ikinci aşamasıdır. Eğer ailen sana iyi bir eğitim verememişse, sen gelip bunu okulda sağlayamazsın. Kimi maddi olanaklarıyla üstünlük kurmaya çalışıyor, kimi siyasi düşünceleriyle sana baskı uygulamaya çalışıyor. Okul hiç kimsenin başka bir kişiye baskı uygulayacağı bir yer değildir.
İSTANBUL KOCAMAN AMA TEKOŞİN’E DAR
Adımın Tekoşin olması ilk kez bu kadar tepki görmüştü. Şimdiye kadar Batman, Hatay/Dörtyol ve İzmir´de okul okuduğum dönemlerde ve zamanlarda toplam beş defa okul değiştirmiştim. Adımın Tekoşin´in olmasından kimse rahatsız olmamıştı. İstanbul gibi bir yerde milyonlarca insan yaşıyordu. Alman’ın ismi Almanca, İngilizin ismi İngilizce ve nihayetinde herkes kendinin mensup olduğu ulusa, dile ve dine göre isimlendirmiştir. Doğal olarak bende Kürd olduğum için adım Kürdçe olarak Tekoşin´di. Kimseye senin adın neden Hans, neden Corc denmediği gibi bana da senin adın neden Tekoşin´dir denmemeliydiler. Bunun aksine adım bölücülükle eş anlama getirilerek, vatan hainliğiyle suçlanmama neden olmuştu. Aynı sınıfı paylaştığım ögrencilerin bir kısmı ismimden, dolayısıyla benden hoşlanmıyorlardı. Tenefüse çıktığımız bir zamanda, içlerinden biri, içindeki kurdun kemirmesine daha fazla dayanamayacak olacak ki, bütün kiniyle ve içindeki kurdun bir ejderhaya dönüşmesiyle bana saldırma girişiminde bulundu. ‘Bırakında şu vatan hainini döveyim, zaten Kürd değil mi hepsi aynıdır.’ Çevresindeki öğrencilere, ‘baksanıza ismide zaten Tekoşin´miş!.. diye bağırıyordu.
Bense her şeyden habersiz ani gelişen bu olayı anlamaya çalışıyordum. Kürd olduğum doğruydu ama vatan hainliği ve bölücülük kelimelerine bir anlam verememiştim. Beni tanımayan bu kişinin şahsıma karşı yapmış olduğu saldırıyı olgunlukla karşıladım. Ve bu olayı evdekilere anlatmadım. Bu olayı zamana bırakarak, zamanın neler göstireceğine bıraktım. Okuluma gidip gelmeye devam ettim. Bir yandan da gerçeklerin farkına erken varmam iyi olmuştu. Bu olaydan kendime bir ders çıkardım. Anlaşılan böyle olaylarla sık sık karşılaşacaktım, önemli olan benim bunlara karşı nasıl bir tedbir almamdı. İnanıyorum ki beni tanıyan ve benimle konuşan hiç kimse böyle bir girişimde bulunmazdı. Çünkü; benim kişiliğimi zakından bilen,tanıyan, benim arkadaşlığımı gören bir kişi kesinlikle benden nefret etmezdi. Şimdiye kadar bir çok arkadaşım oldu, her kesimden insanla tanıştıım ve bi rgün olsun aramız bozulmamıştır. Şimdide yapabileciğim tek şey arkadaşlarımla kaynaşmak olacaktı. Bu yarım dönem içerisinde bir çok arkadaşım oldu. Kendime göre bir çevre edindim ve bu süreyide dostluğun bol, beni sevmeyenlerinde bana saygı duyduğu bir ortam kurarak tamamladım.
Birinci dönemin bitmesiyle ben ve ablam Bahçelievler´deki evimize geçtik. Bu yeni evimiz Bahçelievler-Haznedar´da idi. Burasıda güzel bir yerdi. Onbir katli, elli dairelik binalar yanyana dizilmis kutular gibiydi. İstanbul Evleri diye adlandırılan bu yer bir site alanı kadardı. Ara tatilimide buraya yakın olan Merter´e gidip, buradaki amatör spor müsabakalarını izleyerek ve yanındaki hali sahada top oynayarak geçiriyordum. Futbola çok düşkündüm. Futbol arkadaşlığın, dostluğun ve kardeşliğin bol olduğu bir spor dalıdır. Futbol sayesinde kısa sürede yeni arkadaşlar edinmiştim. İyi bir oyuncuydum, bunun içinde gittigim her yerde kendime bir yer buluyordum. Bir defa onlarla top oynamam yetiyordu. Bir dahaki sefere kendileri beni davet ediyordu. Futbolun yanısıra kişiliğimlede beğenilen biriydim. Okulların açılmasıyla Bahçelievler Lisesine kaydım yapıldı. Ortaokul ve lise bir aradaydı. Ben ve ablam aynı okula yazılmıştık. Bahçelievler Lisesi daha önce olaylarla adını duyurmuş, çok belalı bir okuldu. Haraç alma, kız davaları, solcu- ülkücü çekişmelerinin sık rastlandığı bir okuldu. Bu okulda da bizi ne gibi sorunların beklediğini bilmiyorduk.
BABA ŞEYHMUS !..
Sınıflarımızın belli olmasıyla ben sınıfımın bulunduğu ikinci kata çıktım. Herkes tenefüsteydi: Ben hemen girişte kapının yanında bulunan sıraya oturup yerimi aldım. Eğer burası kimsenin yeri değilse, burada otururum, kimse bana karışmasa bende kimseye karışmam, diye düşündüm. Zilin çalmasıyla beraber diğer öğrencilerde sınıfa girmeye başladı. İçeri giren öğrenciler beni gördüklerinde sınıflarına yeni bir öğrencinin geldiğini hemen fark ediyorlardı. Kimi bana bakıp yerine geçerken, kimide aldırış etmeden sırasına oturuyordu. Beni en çok meraklandıran kimin yerine oturduğumdu. Şimdi biri çıkıp burasıı benim yerim, git başka bir yerde otur, dediğinde ben nasıl bir tepki gösterecektim. Ben başımı önüme eğmiş bunları düşünürken, biri gelip önümde durarak ; ‘Hemşerim yeni mi geldin? dedi. Önümde duran bu saçı sakalı birbirine karışmış, konuşmasından fazla birşey anlaşılmayan biriydi,
‘evet yeni geldim’
‘nerelisin?’
‘Batman´liyim’ dedim. Adımı sordu,
‘Tekoşin’ dedim.
‚Bende Mardin´li Şeyhmuz, gel şöyle bizimle beraber otur,
dedi. Sınıfda duvar tarafında, pencere tarafında ve bunların arasında olmak üzere üç sıra dizilmiş masalar mevcuttu. Bunlar ortadaki sıranın sonunda iki masayı birleştirmiş altı kişi yanyana oturuyor, ortadaki sıra ise bunların masasının önünden devam ediyordu. Beni diğer arkadaşlarla tanıştırdı. Bunlar Malatya´lı, Erzincan´lı, Artvin´li doğunun her ilinden insan manzaraları gibiydi. Benimde Batman´lı olduğumu duyduklarında ‘senin yerin bizim yanımızdır. Baksana aramızda yabancı var mı?’ dediler. Normal bir sınıf olmasına karşın öğrencilerin iki sırayı birleştirip altı kişi yanyana oturmalarına ögretmenlerde karışmamıştı. Bunların önünde oturan üç kişide doğuluydu. Bunlar bir grup görünümündeydi. Adımın Tekoşin olduğunu söylediğimde çok sevinmişlerdi. Hemen bana bir görev vermişlerdi. ‚Şimdiki dersimiz tarih, çok sıkıcı bir derstir, bitmek bilmez. Öğretmen içeri girdiğinde yeni birinin geldiğini söyleriz, o da seni tanımak ister. Adının Tekoşin olduğunu duyduğunda bir sürü soru sorar bu arada sende dersi kaynatırsın.’
Bu sınıfta gireceğim ilk ders olmasına karşın öyle bir ortamla karşılaşmııştım ki, sanki bir kaç senedir beraber okuduğum, beraber bir çok haylazlıklar yaptığımız ve bunlara bir yenisini eklemek için plan yaptığımız sıcak bir arkadaş ortamına düşmüştüm. Arkadaşlar bana o kadar yakınlık gösteriyorlardı ki hiç yabancılık çekmiyordum. Tarih öğretmeni içeri girdi, yoklama yapıldı. Henüz ismim listeye yazılmamıştı. Yoklama yapıldıktan sonra öğretmen derse başlamadan arkadaşlardan biri devreye girdi.
‚Hocam sınıfımıza yeni bir öğrenci geldi, ‚
yeni gelen kim? Ayağa kalksın’
‘yeni sınıfına hoşgeldin’
‚Sağolun hocam’
‚Arkadaşlarınla tanıştın mı?’
‚Bir kısmıyla tanıştım.’
‘Kendini tanıtda hepimiz seni tanıyalım.’
‘Bende tane tane ve yavaş yavaş, anlaşılır bir şekilde,
Adım Tekoşin Gülmüş, Batman´lıyım, iki kardeşiz. Benden büyük ablam bu okulda lise birinci sınıfta okuyor. Babam Yeni Ülke gazetesinin genel yayin yönetmeni, annem ev hanım, dedim. Öğretmenimiz ve sınıftaki öğrenciler bu söylediklerim karşısında bayağı şaşırmıştı. Bütün öğrenciler oturduğu yerden bana doğru dönmüş, gözlerini bana dikmiş bakıyorlardı. Adımın Tekoşin olması, yeni il olmuş Batman´ın adını cinayetlerle tanıtmış olması, babamın siyasi bir gazetenin genel yayın yönetmeni olması sınıfda bombaların üst üste patlamasına neden olmuştu. Bunun üstüne,
‘Adın hangi dilde? anlamı nedir?’ diye sorduğunda.
‘Adım Kürtçe´dir. Türkçe mücadele anlamına gelir’ dedim. Öğretmenimiz,
‘Peki ablanın ismi nedir?’
‘Ablamın ismide Mizgin, Türkçe müjde anlamındadır’ deyince daha da çok şaşırmışlardı. Yargıcın sanığa
‚Başka sorum yok!’ dedigi gibi, tarih öğretmenimiz de başka soru sormadı.
‚Peki oturabilirsin. Hadi dersimize geçelim’ dedi. Sınıfta buz gibi bir hava hakimdi. Sanki sınıf boştu. Herkes söylediklerime bir anlam vermeye çalışıyordu. Benim için çok doğal, ama bu insanların ratladığı bir gerçek vardı.
Dersimiz bittikten sonra, Mardin´li Şeyhmuz,
‘Gel benimle seni bu okuldaki diğer Batman´lılarla tanıştırayım’ dedi. Benim böyle bir isteğim olmamıştı ama Şeyhmuz dediği için onunla beraber gittim. Beraber sınıfları dolaşırken Şeyhmuz´u görenler.
‘Baba nasılsın, bu kim yeni mi geldi?’ dediklerinde. Şeyhmuz sert bir şekilde
‘evet yeni geldi’ diyordu. Beni okuldaki diğer hemşehrilerimin yanına götürdüğünde,
‘bakın arkadaşlar bunun adı Tekoşin, kendisi Batman´lıdır, okulumuza yeni geldi. Yabancılık çekebilir, gereken yardımı yapın. Okuldaki diğer arkadaşlara da söyleyin haberleri olsun, yanlışlıkla haraç almasınlar, dedi. Onlarda,
‘Tamam Şeyhmuz baba sen hiç merak etme, biz gerekeni yaparız’ dediler. Ben duyduklarıma çok şaşırmıştım ama hiç belli ettirmedim. Duyduklarıma bir anlam vermeye çalışıyordum. Önceleri Şeyhmuz´a arkadaşların takıldığı için baba dediğini sanıyordum. Daha sonra anladım ki Şeyhmuz okulda nam yapmış biriydi. Şeyhmuz okuldaki diğer grupların belalısıydı. Ülkücüler, Refahlılar ve diğer gruplar Şeyhmuz´tan çekindikleri için ona baba, diyorlardı. Okulda dönen haraçta Şeyhmuz´un denetimindeydi. Şeyhmuz buna haraç demiyordu. Biz bir nevi dengeyi oluşturuyoruz. Yani zenginden alıp, ihtiyacı olana veriyoruz, diyordu. Kısa sürede okulda olup biten herşeyi anlamıştım. Burada güçlü olan, güçsüz olanı eziyordu. Belkide Şeyhmuz´la tanışmam benim içn bir şanstı.Sehmuz ile çok iyi bir arkadaşlığımız gelişmişti. Okulda Şeyhmuz´un durumu belliydi. Benimde ismim kısa sürede duyulmuştu. Mardin´li baba Şeyhmuz´un yanına, birde Batman´lı Tekoşin eklenmişti. Aslında herşey kendi kendine gelişmişti. Önceleri benim hiç bir şeyden haberim yoktu. Okuldaki öğrenciler beni ve Şeyhmuz´u sürekli beraber gördükleri için, Şeyhmuz´dan korkan öğrenciler benden de çekinmeye başladılar. Şeyhmuz´un namına beni de ortak etmişlerdi. Bende bu durumu anladığımda benim de işime gelmişti. Bu nedenle kendi arkadaşlarımın yanında çok espirili yanlız dışarıya karşı ciddi takılıyordum. Aslında benim yaptığım kendimi savunma taktiğiydi. Hiçbir olaya, kavgaya ve davaya karışmıyordum. Sadece okuldaki bu karmaşanın arasında kendime bir çizgi çizerek rahat hareket etme olanağına sahip olmuştum. Kısa sürede okuldaki bütün grupları, iyiyi, kötüyü hepsini anlamıştım. Ülkücüleri de, Refahlıları da, sağcıları ve solcuları hepsi bize saygı duyardı. Bizimle karşı karşıya gelmek istemezlerdi. Şeyhmuz´da kendini solcu olarak gördüğü için sol kesim bize daha yakındı. Şeyhmuz´un olaysız ve kavgasız günü yoktu. Okuldaki öğrenciler, öğretmenler, müdür ve müdür muavinleri Şeyhmuz´dan illallah etmişlerdi. Okulda istediğimiz gibi hareket edebiliyorduk. Mesela, öğretmenlerin giriş kapısından girip, sabahlar okul bahcesinde sıraya geçmezdik. Gidip sınıfda otururduk, Öğrencilerin tümü saatlerce sırada beklerlerdi. Bu bekleyişin üstüne birde hergün müdür veya müdür muavinlerinin bitmez tükenmez nasihatları hiç çekilmezdi. Cuma günleri bahçede İstiklal marşı okunurdu. Biz bunların hiç birine katılmazdık. Cuma günleri son ders zilinden sonra biz bütün hızımızla bahçeye koşardık. Henüz kimse gelmeden bahçeyi çevreleyen üç, dört metrelik tellerin üzerinden atlayıp kaçardık. Bunu sadece biz değil, bu fırsatı bulan tüm öğrenciler yapardı. Bir defasında yine biz telleri aşmaya çalışırken, Ülkücü diye geçinen bir öğrencide kaçmaya çalışıyordu. Ben ve Şeyhmuz telleri aşmıştık. Şeyhmuz´a ‚hadi gidelim’ dedim. Şeyhmuz ‚hele dur’ dedi. Ülkücü olan ögrenci tellerden kurtulup yere atladı. Şeyhmuz çocuğa ‘sen nereye gidiyorsun?’ dedi. Çocuk ‘gördüğün gibi İstiklal marşından kaçıyorum’ dedi. Şeyhmuz ‘ona hadi oğlum ben İstiklal marşını sevmediğim için kaçıyorum, ya sen niye kaçıyorsun? Birde ülkücüyüm, diye geçiniyorsun. Ya bir daha ülkücüyüm demiyeceksin, yada şimdi yine içeri girersin’ dedi. Çocuk ‘tamam Şeyhmuz baba bir daha böyle bir şey demem’ deyip gitti. O sene ortaokul bölümü kaldığı için bizi mecburi olarak geçirdiler. Sadece lise olarak devam edecekti. Bu nedenle bir çoğumuzun zayıf notları olmasına rağmen yinede bizi sınıf atlatarak liseye geçmemizi sağlamışlardı.
(Burda ara veriyorum. Ama yaşam devam ediyor. Belki bir gün daha kafama eser, oturur da yazarım bu isimden çektiğim;
iyi-kötü, güzel-çirkin ve gülünecek-hüzünlenecek bin bir konuyu.)
Tekoşin Gülmüş